Burada galiba ilk kez sadece dinleyerek tecrübe ettiğim bir kitabı yazacağım. Normalde tamamını okumadan pek yazmam. Ama bu, öyle muhteşem bir kitap ki, kayıtlarımda olsun mutlaka istiyorum. Zaten biter bitmez hemen basılısını da aldım. Zamanı gelince okuyacağım.

Suat Derviş, kıymeti bilinmemiş cumhuriyet dönemi kadın yazarlarından. En bilinen eseri Fosforlu Cevriye. Ben de ilk olarak onu merak edip dinlemiştim. Son zamanlarda karşıma birkaç farklı yerde ismi çıksa da, öncesinde zihnimi yokladığımda böyle birinin varlığından bile haberim olmadığını üzülerek fark ettim. Meğer ne büyük kayıpmış! Böyle düşünmemde, kitabın sonunda yer alan kısa Suat Derviş biyografisinin de etkisi olduğunu söylemeliyim.

Seneler önce bir film izlemiştim, Anlat İstanbul. Filmin hikayesini anlatma biçimi beni çok etkilemişti. Hikayeleri unutsam da filmden ne kadar etkilendiğimi ve filmin adını hiç unutmadım. Birkaç sene sonrasında ise bana kurgu şekliyle filmi hatırlatan bir kitap okudum: İstanbullular. Buket Uzuner imzalı bu kitaptan da tıpkı Anlat İstanbul gibi çok etkilenmiş, hatta kitabı sevdiklerime hediye etmiştim. (Çok sevdiysem genellikle böyle yaparım) Bu kitap da, Anlat İstanbul filmindeki yöntemle anlatıyordu hikayelerini.

İşte şimdi, aradan belki 10 yıldan daha fazla zaman geçtikten sonra, bu kitap ve filmin tabir-i caizse ağa babası, hepsinin de kraliçesi olan İstanbul’un Bir Gecesi ile tanıştım ve vuruldum! Suat Derviş’in öyle büyülü bir edebi üslubu var ki, alıp götürüyor insanı… Bir de Tilbe Saran’ın muhteşem seslendirmesiyle tecrübe edince kitabı… İnanılmaz bir deneyim oldu!

İstanbul’un Bir Gecesi, adı üstünde, İstanbul’da bir gecelik zaman diliminde, kimi zaman tanıdık, kimi zaman yakından tanıdık, kimi zaman da sadece anlık, birbirlerine bir biçimde dokunan insanların paralel zamanda geçen öykülerini anlatıyor. İstanbullular’ın aksine, kitabın merkezinde bir aşk yok. Baskın olan bu hikayede İstanbul gibi hissediliyor ilk başta ama; aslında İstanbul’un arka sokakları, sosyetesi, köprü altları ve kenar mahalle esnafıyla sosyolojik ve belki de psikolojik çözümlemeler, sorgulamalar ve aynalamalar okuyoruz.

Karakter sayısı ve karakterler arası direkt tanışıklık yine İstanbullular’ın aksine daha az. Öte yandan karakter derinliği inanılmaz… Karakter sayısı ve hikaye örgüsü yerine karakter derinliği üzerinde daha çok çalışılmış/düşünülmüş sanki. Her bir karakterin bireysel derinliği öyle muazzam ki, canlanıp vücut buluyor her biri sanki! Tüm o acıları, hırsları, hayal kırıklıklarını ve çaresizlikleri içinde hissediyor insan!

Üslubuyla, konusuyla, dikkat çektiği, mercek altına aldığı konularla ve hatta sesli kitabında seslendirmesiyle mest etti beni İstanbul’un Bir Gecesi. Son zamanlarda tecrübe ettiğim, edebi kalitesi en yüksek, en keyif aldığım kitaplardan oldu. Ve Suat Derviş kitapları almaya başladım kütüphaneme. Elimin altında olsun ve daha çok okuyabileyim kendisini diye.

Alıntılar

“Saffet’i, bu kambur, bu sakat kızı bu gece, hiçbir gün olmadığı kadar ve şimdiden sonra hiçbir gün olmayacağı kadar güzel yapan şey neydi?

Bu gelin elbisesi mi, bu tülleri mi, güzellik enstitülülerinin gayreti, terzisinin mahareti yahut şu anda hissettiği saadeti miydi?

Boyu sanki daha uzamıştı; o bu gece eskisi kadar kısacık görünmüyordu. Uzun etek, uzun tüller, ona birdenbire daha uzun ve daha ince bir endam vermişti.

Duvağı o kadar mahirane takılmıştı ki büyük bir ustalıkla omuzlarının birindeki o mahut (bilinen) hafif çıkıntı gözlere görünmüyordu.

Yüzü, bugün her zamanki kadar büyük ve çenesi fazla uzun değildi.

Beyaz elbiseleri içinde yanakları heyecandan kızarmış olan bu gelinin, bu gece hiçbir sözle tasavvur edilemeyecek bir saadetle parlayan gözleri öyle insani bir güzellikle güzeldi ki esasen bu gelini görenlerde bu gözlerden bakışlarını kurtarıp onun kusurlarını bulup araştırmayı, onu tenkit etmeyi düşünecek kudret bırakmıyordu.

İnsan bu gözlerden gözlerini ayıramıyordu ki onun başka taraflarına, çirkinliklerine bakabilsin.

Bu uzun kirpikli siyah gözlerinin içinde öyle sonsuz, öyle pürüzsüz bir saadet vardı ki, ona bakmak, bakanlara sade zevk değil, huzur da veriyordu.

Saffet’in bu gayr-i memul (umulmayan) güzelliği bir an için Kevser’in kalbini ezdi. O aylardan beri onu bilhassa bu düğün günü tasavvurun fevkinde çirkin göreceğini düşünerek müteselli olmuştu (avunmuştu). Bilhassa bugün sırtındaki kamburu ve gelin elbiseleriyle ne kadar gülünç olacağını düşünmekten zevk duymuştu.

Ve bugünü düşünürken onun ve inanılmaz derecedeki çirkinliği yanında kendi yakıcı güzelliğinin ne kadar kahredici bir kuvvet olabileceğini tasavvur etmek ona bu düğüne gelmek için cesaret vermişti.

Fakat seven ve sevdiğiyle evlenen bu genç kızın bütün varlığında onu ulvileştiren bir sevginin bütün haşmeti ve sevimliliği vardı.

Kendi güzelliğinin bir fırtınaya, bir kasırgaya, bir afete, bir isyana benzeyen haşmet ve kudreti karşısında, onun bu akşamki güzelliğinin huzur ve sükun veren tatlı ifadesi hiç mağlup olmuyordu.” (Sayfa 124-125)



“Gaye, tek başına yükselmek olmamalıydı. Tek başına yükselmek… Hayır, insanlıkla birlikte yükselmek lazımdı.

Isdırabı, kökünün kendisiyle birlikte yükselmemiş bir yerde oluşundan değil miydi?

Düğün evinde olduğu zaman, bütün ısdırabının dünya yüzündeki insanların aynı seviyede olmayışından ileri geldiğini düşünmüş, dünya yüzünden muazzam bir silindir geçirip bütün tümsekler bütün bu pürüzler temizlenir, herkes bir seviyeye, bir boya, bir kırata yükselirse kendisinin de bu ısdırabı biter diye düşünmüştü.

Hayır, bu pürüzleri, bu tümsekleri tesviye etmek (düzlemek) değil… Cemiyetteki çukurları, uçurumları doldurmak lazımdı. Bir seviye evet, fakat bu yüksek seviye onun bugün aralarında bulunduğu cemiyette değildi. Hayır, insan ve insanlık çok daha temiz, münasebetleri çok daha dürüst, çok daha başka bir dereceye yükselmeye layıktı.

Bugün aralarında bulunduğu insanlar, yabani otlar gibi teker teker ve hüdayinabit (kendiliğinden) bir şekilde boy vererek insanlığın tepesine geçmişlerdi. İnsanlığın yekpare bir kaya gibi, tek bir kütle halinde yükselmesi lazımdı. Ve işte teker teker dereceler almaya çabalamış olan insanların, birleşerek vücuda getirdikleri ve diğer bütün insanlığın üstünde olan bu cemiyet onun için sevimsizdi.” (Sayfa 173)



“Şimdiye kadar, o hayatta yalnız kendisi için ve mahdut (sınırlı) bir muvaffakiyet istemişti. Yalnız kendisini düşünmüş ve büyük bir gayretle kendi malik olmak istedikleri şeyleri almaya çabalamıştı.

Fakat şimdi şu dakikada, şu karanlık sokakta, hafif vücudunu ayakta tutmak için kollarını hizmetine verdiği bu kadının yanında ve bu kadın ‘İstanbul bomboş… Evladı ölecek diye çırpınan bir anayı kimse görmüyor mu?’ diye şikayet ederken birdenbire bir şey keşfediyordu.

Bu da hayatta her şeyi kendisi için, yalnız kendisi için isteyen adamın değil, başkaları için kendisinden bir şeyler verenin, vermesini bilenin büyük adam olabileceğini hissediyordu.” (Sayfa 240)

Yorum bırakın